9.10.13

Babamın İntikamı, Kürtçe'nin Rövanşı

Lise sondayım. Babam öğrenmenlikte emeklilik için gerekli olan 25 yıllık görev süresini 2 yıl önce tamamlamış. Fakat emekli olmak için benim liseyi bitirmemi bekliyor. Üniversite sınavından 4 ay önce emeklilik için dilekçesini verdi.

***

1980 darbesi sonrası, 5 kişilik askeri konsey memur atamalarını "rotasyon"la yapıyor. Tayin isteme hakkı bir süre yürürlükten kalkıyor. O sıra Kurdistan'da görev yapan babam da bir Türkmen köyüne veriliyor. O ilden kurtulmamız da, tayin hakkı tekrar yürürlüğe girdikten sonra da istese de tayini keyfi şekilde engellendiği için 17 yılı buluyor.

Çoğu memur Kürt ailesinin yaşadığı görünmez sürgünü yaşıyor aile. 10 bin nüfuslu küçük Ege kasabasında tek Kürt aile biz olunca, anne-baba da tanıdık refleksle çocuklar dışarıda konuşursa başlarına birşey gelir düşüncesiyle Kürtçe öğretmiyor.

Kurdistan'a kesin dönüş yapmakla asimilasyondan bir nebze de olsa kurtulacakken, "görünmez sürgün" kendisini tekrar gösteriyor. Bu "Ülkeye dönüş" meselesini olur olmaz dillendiren arkadaşların çokça teğet geçtiği somut gerçeklikler insanın karşısına çıkınca, sağlık, eğitim, çalışma gibi nedenlerle Kurdistan macerası çok uzun sürmüyor. Sonuç: Bu kez tıp fakültesi o zaman Kurdistan'dakilerin çok ilerisinde olan bir şehre tekrar yola düşülüyor.

***

Babam emeklilik dilekçesini verdiği gün ferahlamıştı. Odada karşı karşıya oturuyoruz. Belli ki bir balkon konuşması yapacak. Lafı allem etti kallem etti emekliliğe getirdi. Dedi ki "Çok şükür boğazımızdan tek bir lokma haram geçmedi"...

Hala neden-nasıl yaptığımı bilemediğim bir şekilde araya girdim:

-Yok baba, öyle değil. Tam tersi, boğazımızdan tek bir helal lokma geçmedi.

Babam şaşırdı: Nasıl yani?

Devam ettim:

-25 yıl Türklere, senin de 15 yaşında öğrendiğin dilleri Türkçe'yi öğrettin, kendi çocuklarına anadillerini öğretmedin. Helal bunun neresinde?

Babamın suratını çok nadir gördüğüm bir ifade kapladı. Çok zoruna gitmişti. Aslında onu acıtmak için söylememiştim, bir yanlışını düzeltmekti amacım.

Bir süre sessiz kaldıktan sonra sadece tek bir kelime için açtı ağzını: "Haklısın..."

Ve o sohbet orada bitti. Anamın savar û goşt yemeye çağırmasıyla normale döndük.

Aradan yıllar geçti, Kürtçe'de arayı kapattım, Kürtçe dersler vermeye başladım.

Anne-babam da beni denemeye-test etmeye başladılar. Kürtçeyi en az onlar kadar, onlarsız öğrenmem, onlar için tuhaftı. Her gün 9-10 kelime-kalıp, unuttukları şeyleri, televizyondan duyduklarını sormaya başladılar. Güzel bir etkileşim başladı.

Derken, geçenlerde gene oturmuş, içtiğimiz bir bardak çayda yelken açmış, enginlerde huzur limanına yaklaşırken babamın sesiyle kendime geldim:

-Sen neden bana Kürtçe öğretmiyorsun?

Oda, Türk filmlerindeki kritik sahneler gibi, o cümleyle yankılandı.. Öğretmiyorsun.. Sun.. Sun.. Sun...

Hayatında en büyük şaşkınlığı Newroz'daki sürpriz sanatçının Ferhat Tunç olduğunu görmek olan benim sınırlarımı zorlayan bir soruydu.

Ayrıca dolaylıydı fakat insana dolaylı olarak "Bana Kürtçe öğretsene kitapsız"dan çok daha fazla o "neden"i düşündürüyordu.

"Hadi babanın haklı ya da haksız, sana göre mantıklı ya da mantıksız bir bahanesi vardı sana dilini öğretmemek için, e sen şimdi öğrendin, millete de öğretiyorsun Kürtçe'yi, anana babana niye öğretmiyorsun qebrax?" sorusu beynimde çınlıyordu.

Fakat babam gibi olgunlukla karşılayamadım başta. Savunma pozisyonuna geçtim hemen. "Baba, sorduğun sorunun tuhaflığının farkındasın êle değil?" dedim, farkındaydı.

Tuhaf sorumuzu öptük, sarıldık, ağladık sonra..

Şimdi babamla Kürtçe derslere başlıyoruz...

3.10.13

Kürtçe Egitim ve Özel Okul Mevzusu



Tezli-Tezsiz Yüksek Lisans ve Lisans bölümlerinden sonra Kürtçe eğitimde yeni bir kavşağa geldik: Özel okullar.

Anadili ulus olmanın getirdiği doğal bir hak olarak dillendirmek siyasetin görevi, niteliği ise eğitim bilimcilerin-pedagogların alanı.

Şu konuda anlaşalım:

Özel okulda Kürtçe eğitim, Kürtlerin haklarının nispi iadesi olmaktan ziyade, AKP-Cemaat arası iktidar paylaşım kavgasının bir sonucu. AKP'nin Cemaat'e sus payı. "Sen Ankara'da benim işime karışma, tekerime çomak sokma, ben de sana Kurdistan'da kaleyi içten fethetme fırsatı vereyim, alan açayım" diyor AKP Cemaat'e.

Bu kısmı üzerine daha çok şey yazılabilir ama özü bu. Ki zaten yazılmadık pek bir şey de kalmadı.

Peki pragmatist bakacak olursak, Kürtler özel okulda Kürtçe eğitimi -şimdilik- nasıl değerlendirebilir?

Değil özel okulda, kamuda ve devlet okullarında ve kamuda %100 Kürtçe serbestisi BUGÜN sağlansa DAHİ, tam manasıyla hayata geçmesi çok optimist bir bakış açısıyla MİNİMUM 5-6 yılı bulacak bir konu.

Özel okullar, pilot bölgeler seçilip kuruldukları takdirde, ileride oturtulacak sistemin prototipi olabilir, demokratik bir eğitim müfredatının temelleri buralarda atılabilir.

YALNIZ, burada şuna dikkat çekmek gerekiyor:

Bütün mevzuata uyulsa dahi, AKP Kürtlerin kendi özgücüyle özel okul kurmasına elinden geldikçe engel olmaya çalışacak.

Tecrübeyle sabit, deneyimlerimizden biliyoruz, bir kanunun çıkması, hayatta yerini bulacağı anlamına gelmiyor.

2004'te ilk Kürtçe kurslar açıldığında, AKP 1 yıl siyasi rantını yedi. Gerçekteyse, kapı yüksekliği kanunda yazandan 2 santim kısa olduğu için, pencereler fazla geniş olduğu için vs. gibi sudan nedenlerle kurslar kapatıldı. Yani hükümetin propagandasını yaptığı kanun gerçekte işleme konmuyor. Yok öyle birşey.

Ümitlenmeye gerek yok. İyimser olmak için neden yok. Kürtlerin MİNİMUM 3-4 yıl içinde mevcut sorunlar nedeniyle özel okul açması zeten çok zor, açacak şartlar oluştuğunda da açtırmayacaklar. Açılsa dahi, O KADAR DA Kürtçe olmayacak eğitim. O da ayrı bir yalan. Eğitim dili hala Türkçe, Kürtçe dil dersi dışında, BAZI dersler Kürtçe görülebilecek.

Kürtler açısından aslolan, devletin adım atmasını, İZİN VERMESİNİ beklemeden, kaçınılmaz son olan serbest Kürtçe eğitimin temelini atmak.

KÜRDİ-DER'lerimiz, Kürt Enstitülerimiz var hali hazırda. Fakat bu kurumlar şimdilik sadece dil eğitimi veriyor. Devlet üniversitelerinde açılan lisans bölümleri dahi, sadece Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri.

Enstitüler Kürtçe (Kurmancî-Zazakî) dersleri vermek dışında bilimsel ve edebi aylık Kürtçe dergiler çıkarıyor, dil eğitimi için materyal hazırlıyor, sözlük çalışmaları yürütüyor.

Branş derslerinin ders kitapları ise, bu branşların Kürtçe'ye hakim uzmanları tarafından hazırlanmalı. Tabi ki Güney Kurdistan'da, Rojava'da, hatta Doğu Kurdistan'da Kürtçe eğitim veren okulların materyal ve müfredatları, dahası İsveç gibi Kürt diasporasının Kürtçe eğitim alabildiği yerlerdeki deneyimler, bu süreci oldukça hızlandıracaktır.

Bunun yanında, devletin asıl sorun çıkaracağı konu, eğitim dili değil, eğitimin içeriği. Cemaatin konuya el atması da bu yüzden.

Kürtlerin isteği salt mevcut eğitim sisteminin dilinin Kürtçe olması değil. Komple eğitim sistemini değiştirecek Kürtler. Faşist, cinsiyetçi, mezhepçi paradigmasının dayanağı olan 90 yıllık çürümüş zihniyetinin temelinin atıldığı eğitim sisteminin yapı-sökümü, dil mevzusundan da öte, Kürtlerin önünde asıl gündem maddesi.

Yoksa Cemaat mevcut sistemin motamot çevirisini Kürtçe'ye gayet iyi yapar, Kemalist ya da bağnaz bir eğitimi benimseyen Kürtler de, sırf Kürtçe diye çocuklarını PARASIYLA bu okullara gönderir. Tabi Cemaat bu okullarda makul bir ücret karşılığında ya da ücretsiz olarak da eğitim verebilir. Devşirilecek yoksul Kürtler pazarı, Kurdistan'ın maksimum %5i'ni oluşturan zengin Kürtlerin parasından daha çok ilgisini cezbediyor Cemaat'in çünkü.

Müfredat ve eğitim sisteminden de ziyade/önce, en başta branş dersi verecek eğitmenlerin eğitilmesi gerekiyor. İşin asıl civcivli kısmı bu. Her şey olması gerektiği gibi yapılsa bile, hali hazırda eğitmenleri (dil dersi dışında) yetiştirecek MEB tarafından tanınan resmi bir kurum olmadığı için, eni sonu hükümet Bülent Arınç'ın lafına gelecek: "Biz anadilde eğitimi verdik, ama Kürtçe medeniyet dili değil, Kürtçe matematik dersi verecek kadro yok". Var ama yok. Var ama devletin "tanıdığı" kurumlardan, bunu ispatlayacak bir kağıt parçasına sahip kimse yok. Örneğin Güney Kurdistan'daki üniversitelerden mezun olanların diplomaları, üstünde "Irak Hükümeti" yazmıyorsa Türkiye'de geçersiz sayılıyor. Kürt Enstitüleri'nin veya KÜRDİ-DER'lerin verdiği Kürtçe dersleri, MEB "kurs" olarak tanımıyor, "atölye" deniyor. Dolayısıyla Kürtçe dersi alan birisi, Kürtçe bildiğini/öğrendiğini kanıtlayacak bir belgeye sahip olamıyor.

Sonuç olarak, devlet Kürtçe'nin de kendi denetiminde olmasını istiyor. Kürtçe, Kürtler ve devlet arasındaki iktidar alanı son tahlilde.

3.8.13

Kürtçe'ye nasıl çalıştım?



Geçen dediğim gibi çok zor, çok can alıcı bir soru sordun. Ne bilim, ben bu soruyu hep İngilizce için duydum. Nasıl İngilizce öğrendin? İngilizceye nasıl çalıştın? Vs.




Şimdi bu soruyu Kürtçe öğretirken duymak hem sevindirici hem de zorlayıcı.




Çok sınırlı bildiğim Kürtçeyi öğrenirken de İngilizcedeki tecrübelerimden yararlandım bolca.




-İngilizceye çalışırken ilk birkaç ay gramere yüklendikten sonra kelime ezberlemeye önem verdim. 5bin flashcard hazırlayıp otobüste okula gidip gelirken durmadan ezberledim lise hazırlıkta. Kelimelerin ingilizce anlamlarını, ingilizce bir örnek cümle içinde kullanımlarını ve türkçe anlamlarını yazmıştım bu kartlara. Kısa sürede, sınıfta ingilizcesi en kötü 2-3 kişiden biriyken en iyi 2-3 kişi arasına girmemi sağladı bu yöntem.




-sadece ödev değil, bir sonraki ders kitapta işleyeceğimiz gelecek konuya da muhakkak önceden çalıştım, o sayfalardaki bilmediğim kelimeleri ezberleyerek derslere gittim.




-bbc entertaşnmetı günde en az 1 saat izledim.




-anlasam da anlamasam da haftada en az 1 hikaye kitabı okudum.




-sınıfta sürekli etkin olmaya, söz almaya, konuşmaya çalıştım.

...




Kürtçede elbette haftada 20 saat düzenli ve istemediğim kadar materyalle çalışma imkanım yoktu. Her seviye için sade 1 kitap ve 1 sözlük var eni sonu.




-grameri öğrendim fakat içinde kaybolmadım.




-tewang-qertaf-zayend-demên borî her kürtçe öğrenmeye çalışan için olduğu gibi benim için de en zor konulardı. Bunlara özel çalıştım. Ki bence Kürtçenin %40ı halloluyor bunlar tas tamam öğrenilince.




-“türkçe düşünmeme” metodunda ne kadar başarılı oldum bilmiyorum ama gerçekten hayata geçirmeye çalıştım. çünkü hakikaten türkçe düşünerek kürtçe öğrenmeye çalışmak “futbol kurallarıyla basketbol oynamaya çalışmak”la eşdeğer bana göre.




-ne kadar iyi bilirsem bileyim kendimi türkçe yeterince iyi ifade edemediğime, içimde sürekli kelimelerle cisimleşemeyen duygu-düşünceler barındırdığıma olan inancım beni sürekli dürttü.




-çok fazla kelime öğrendim. Bazen günlerce sadece sözlük okudum ama bunu tavsiye etmiyorum, işe yarar bir yöntem değil. benimki takıntı halini almıştı.




-fakat burda şunu da söylemem lazım, kürtçe öğrenme isteğinin başarıya ulaşması için biraz takıntıya dönüşmesi de gerekiyor. Çünkü diğer diller gibi öğrenmeye motive edecek maddi bir motivasyon yok, motivasyon olsa öğrenmeye yetecek materyal yok, materyal olsa öğretmeye kabil yeterli kalifiye insan yok, kalifiye insan olsa öğrenecek kişi küçük anadolu şehirlerinde yaşıyorsa ona ulaşma imkanı yok vd.

Uzatılabilecek sebepler silsilesi var.




-kürt enstitüsünde 2. Kurdan derslere başladıktan sonra 1 sene mecbur kalmadıkça türkçeyle ilişkimi sıfıra indirmeye çalıştım. tvde sadece roj tv izledim, gazetelerden sadece azadiya welatı okudum, başta kovara w ve zend, elime geçen bütün kürtçe dergileri ve kitapları hayvani bir açlıkla anlasam da anlamasam da okudum. Okuduğum yazarlarda, tür ve konularda bol çeşitlilik olmasına özen gösterdim.




Fiil formlarının sözlüklerde yer almaması kürtçe öğrenmeye çalışanlar için müthiş bir handikap. Sorarak öğrenmek dışında pek bir yol yok. Umarım kısa zamanda yeni çıkacak sözlüklerde buna bir çare bulunur.




-çok hata yaptım. Çok sordum. Sormak gerçekten hayati önemde. Öğrenirken de, şimdi öğretirken de gördüğüm en belirgin şart sormak. Soran öğreniyor gerçekten.




-başka hiçbir şeyin kürtçe öğrenmemin önünde engel olmasına izin vermedim.




-enstitüde 2. Kura başladığımızda 22 kişiydik, bitirip sınavı geçen 8 kişi. Bu 8 kişi daha sonra 3. Kura birlikte gittik, bu sefer bitirip sınava giren-geçen sayısı 3 oldu. O sıra eğitmenlik kuru açılmadı. 3. Kuru bitiren diğer arkadaşlarımla beraber, hem o sıra boş kalmamak hem de 3. Kuru bırakan arkadaşları yeniden motive edip biraraya getirmek için 3. Kuru tekrar aldık. Bu seferki kur sonunda da kuru bitirip sınavı geçen sayısı değişmedi. Gene aynı 3 kişi bitirdik. Eğitmenlik kursundaysa diğer arkadaşlardan 1i kursu son 3 hafta kala bıraktı. Sorsak hepsinin hayati bahaneleri vardı anadillerini öğrenmeye-geliştirmeye gelmemek için. Saysak burdan fizana yol olur bahaneler. Velhasıl 2. Kura başlayan 22 kişiden 2 kişi eğitmen oldu. Diğer arkadaş da ders vermedi daha sonra. Enstitünün suçu değil ama mevcut şartlarda verip verebileceği max. verim de bu kadardır: %5 bile değil. enstitü ya da başka bir yerde Kürtçe ders almak, Kürtçeyi öğrenmek için ancak ve ancak %5 katkı yapar insana. Sadece ipin ucunu verir. Gerisi kişiye kalmış. Takıntı haline getirmek, her gün mutlaka düzenli olarak kürtçe birşeyler okumak, izlemek, yeni kelimeler öğrenmek şart.




-eğitmenlik kuru bitimindeki, sınıfın en yüksek notunu aldığım sınavda makale sorusu yerine ensitüyü eleştirmemiz istenmişti. Şu fikir üstüne kurdum yazımı: Enstitüde 2 senede öğrendiğim tek şey sabretmek oldu. Sadece sabretmeyi öğrendim ben enstitüde. Gerisi tamamen kendi çabamla oldu. Sınav kağıdımı mamoste sami mi yoksa zana mı okudu bilmiyorum ama daha sonra baktığımda puan kırılan tek yer de o makale sorusuydu.




Bunlardan sonra, öğrendikten sonra gördümki asıl sıkıntı yeni başlıyor. Dili öğrendim, ama kullanacak yer sıkıntısı çekiyorum. Son model bi araba almışım ama sürmeye benzinim yok gibi bi durumdu. Enstitü dışında dili kullanacak alan yoktu min. 3 milyon kürdün yaşadığı istanbulda.




Zamanında kürtçe bilmediğim için dalga geçen arkadaşlarımla bile iletişimimiz max. 7-8 kürtçe cümleden sonra türkçeye dönüyordu. Kürtçe biliyorum-konuşuyorum diyen insanların dahi kürtçe bilgisinin ancak günlük konuşmalara yettiğini görmek büyük bir hayal kırıklığıydı.




Ben kürtçe öğrenince hayatım hiç olmazsa min. %70 kürtçe olacak sanıyordum, fena halde yanılıyormuşum.

2 dönem, 3 sınıfta kürtçe dersi verdim. Fakat 1. Kur olduğu için orada dahi ders anlatımı türkçeydi. Kürtçe dersinde dahi öğrendiğim kürtçeyi konuşamamak canımı çok sıktı.




Neyse, zaman geçti, kürtçe savunma kanunu çıktı.




Hayretle gördümki, kamuda kürtçenin en çok ve en rahatlıkla kullanıldığı yerler adliyeler. Tam işte Kürtçe konuşacak bir yer buldum derken, yaptığımız şey Kürtçe konuşan tutukluyu türkçeye çevirmek oldu.

...




Bu 2. Kısım doğrudan Kürtçe öğrenme yöntemi olmasa da, Kürtçeyi öğrenmek isteyenlerin bilmesi gereken, onları ümitsizliğie kapılmak bir yana, tam tersi motive etmesi gereken noktalar.




Kawa Nemir’ın çok inandığım bir sözü var: “Kürtçe’yi İstanbul’da, tek başıma, Kürtlere rağmen öğrendim.”




Öğrenci evinde odamın kapısına “Tirkî qedexe ye”, “Kurdî bipeyive zêde bipeyive”* yazmayı düşündüm, yemedi. 4 kürt yaşadığımız evde türkçe konuşmayı yasakladık, tutmadı. Türkçe konuşana para cezası verdik, işe yaramadı.




Her şeye rağmen, birine kürtçe hikaye-masal anlatmak, şarkı söylemek, onu sevdiğini ona kürtçe söylemek, onun seni sevdiğini ondan kürtçe duymak, bir ananın kaybettiği yavrusu için yazdığı ağıdı, torunu için söylediği ninniyi anlamak, bunlar saydığım bütün zorlukları sıfırlayan çarpmadaki yutan eleman oldular.




Kürtçe öğrenmeye çalışmak, bir kürdün yaşadığı çelişkilerin en büyüklerinden.






*Türkçe yasak, Kürtçe konuş çok konuş

20.5.13

2 Film Arasında Uzayan Bir Kısa Film: Güzelliğin On Par’ Etmez



Geçtiğimiz Antalya Altın Portakal Festivali'nde en iyi film, en iyi senaryo, en iyi erkek oyuncu, en iyi yardimci kadin oyuncu, en iyi kurgu ödülü ve Behlül Dall jüri özel ödülünü alan Güzelliğin On Par’ Etmez nihayet gösterime girdi.

Almanya doğumlu, Viyana Film Akademisi'nde Haneke'nin öğrencisi Kürt yönetmen Hüseyin Tabak'ın okulda final ödevi olarak çektiği film, aslında kısa metraj.. Hocalarına teslim ettikten sonra onların da telkiniyle ara görüntüleri bulduğu fonla çekerek filmi son haline getirmiş yönetmen.

Film, Kürt-Türk ilişkileri, Avrupa ülkelerinin göçmen ve asimilasyon/entegrasyon politikaları, farklı ve aynı ulustan mülteciler arası ilişkiler gibi konulara dokunuyor.

Çocuklarını bırakıp dağa çıkan, daha sonra cezaevinde 4 yıl kalan, cezaevinden çıktıktan sonra aldığı tehditler nedeniyle Avusturya'ya göç eden babanın ailesinin hikayesi, ailenin 2 oğlundan küçüğü Veysel'in gözünden aktarılıyor.

Kürt-Türk ilişkileri  

Kürt-Türk ilişkileri Veysel'in Türk olan annesiyle babası, babasının yokluğunda Türk milliyetçiline kaymış abisiyle babası, ve ailenin sınırdışı edilmemesi için, Veysel'in kendi derslerinde yardım etmesi için görüştüğü Türk komşusu üzerinden tasvir ediliyor.

Burada, ailenin büyük oğlunun aile 6 aydır Avusturya'da olmasına rağmen müthiş bir Almancı ağzıyla konuşması senaryo açısından oldukça çelişkili bir durum ortaya çıkarıyor ve göze batıyor.

Diğer yandan, bir diğer sinema öğrencisi diaspora Kürdü Miraz Bêzar'ın Min Dît filminde olduğu gibi, aslında sinemayla uğraşan diaspora Kürtlerinin de, kendi filmlerinde anlattıkları algısal problemleri tekraren yaşadıklarına şahit oluyoruz.

Min Dît'te anne-babaları kontra güçlerce katledilen kardeşlere sahip çıkan hiçbir akrabanın olmaması gibi bir mantık hatası, bu filmde de tekerrür ediyor. Kocası dağda ve sonrasında içeride olan annenin çocukların bakımı için çalışmasının yanında onlarla yeterince ilgilenemeyeceği makul, fakat yine anneye yardım etmesi için babanın hiçbir kardeş veya yakınının olmaması üzerinden yola çıkmak pek mantıklı değil. Elbette filmdeki gibi hikayeler yok değil, fakat bu tür filmlerde anomalileri standart gibi göstermek filmin etkisi epey düşürüyor.

Bu yüzden büyük kardeş ile baba ilişkisi bu noktada Kürt-Türk ilişkisini göstermek bakımından sıkıntılı. Yine Kürt-Türk ilişkilerinin anne ile babanın aile üzerinden ya da Veysel ile ona yardım eden Türk komşunun ilişkisi üzerinden işlenmesi de yüzeysel kalıyor.

Entegrasyon ve/veya asimilasyon  

Film Kürt meselesi ve eski bir gerillanın ve onun ailesinin hikayesinden çok Avrupa'nın oryantalist politikalarına getirdiği eleştiriler noktasında çok daha başarılı.

Bir kapı arkasındaki "Deutsch Sprache"* yazısı, 80li yılların Amed zindanındaki (Rêzan Yeşilbaş'ın geçen yıl Cannes'ı alan kısa filmi Bêdeng'de de görülen) "Türkçe Konuş Çok Konuş" yazısını hatırlatıyor.
Kendi ülkesinde soykırıma varan asimilasyon politikalarından kaçarken, iltica ettiği Batı medeniyetinin göbeğinde adı bu sefer "entegrasyon" olan canavarla yüzyüze gelen Kürdün çelişkisi bütün çarpıcılığıyla orada duruyor.

Veysel, iyi entegre olamazsa asimile olacağı ülkesine yollanacağını anladığında en masum hayallerini, onları yaşayabilmek için bir kenara bırakmak durumunda kalıyor.

Göçmen politikaları  

Tabak'ın filmi, Min Dît'in hatalı yanlarıyla birlikte 2009 Fransa yapımı Wellcome filminin olumlu yanlarının izlerini de taşıyor.

Fransa parlamentosunda gösterilip ülkedeki göçmen yasasını değiştiren Wellcome'ın Avusturya izdüşümü Güzelliğin On Par' Etmez'de hayat buluyor.

Her ne kadar Avrupalıların sorunu göçmenlerden dinlemeye yönelik post-oryantalist bir yaklaşımları mevcut ise de, sorunu içeriden ve sorunun en çok nüfuz ettiği çocukların gözünden başarılı bir şekilde anlatan bir film olmuş Güzelliğin on Par' Etmez.

Başta kısa bir film olarak dizayn edilip üzerinde oynamalar yapılarak 86 dakikaya uzatılan bir filmin senaryoya dair hataları olması kabul edilebilir. Ayrıca kısa metraja göre ele aldığı konuları işleyiş tarzı takdiri hak ediyor.

*Deutsch Sprache - Almanca Konuş

14.3.13

Reha Erdem'in Jîn'ine Eleştirel Bir Kürt Bakışı




Bir film düşünün; bir Kürt, Ege köylülerinin yaşamı üzerinden evrensel bir konuyu işliyor. Egeliler hakkında birçok şey okumuş dinlemiş, izlemiş. Fakat hakikatlerine hiç dokunmamış, gidip görmemiş, bilmemiş. Kafasındaki tahayyülü kendi kurgusal evrenine göre uyarlamış.
Şimdi de tersini düşünün: İşte Jîn öyle bir film.
Yönetmen Reha Erdem bir röportajında iyi bir filmin anlatılamayacağını, ancak izlenmesinin tavsiye edilebileceğini söylüyordu.
Film, 10 saniyelik 30-40 doğa görüntüsüyle başlıyor. Belli ki Reha Erdem, Öcalan’ın ekoloji meselesinde çokça referans verdiği Murray Bookchin’i hatmetmiş. Doğa tasvirinden de Yaşar Kemal’in kitaplarının başındaki 70-80 sayfalık betimlemeleri fışkırıyor.
Hemen ardından son derece itici, salt izleyiciyi irkiltmek için filmde bolca kullanılan ani bombalama başlıyor. Çatışma atmosferini, savaşın pis yüzünü, filmlerinde çok iyi kullandığı ses ile yapmaya çalışıyor Reha Erdem. Fakat başarılı olduğu pek söylenemez. Ucuza kaçmak,seyircinin zekasını hafife almak oluyor gibi bu türlüsü.
Film hakkında bir söyleşide şunları söylüyor Reha Erdem:
 Şu an yaşanan gerçekliğe çok yakın. Onun için de belki bu en zorlandığımız film bu oldu. Çünkü uydurma bir şey yapıyorsunuz ve aynısı, daha gerçeği aynı vahşetle sürüyor. Bunu yaparken bir daha anladık ki gerçeklik çok perver, çok ayıp bir şey. Bu kadar büyük bir trajediyi -halen de yaşandığı için söylüyorum- başka bir forma getirerek, bir masal formunda anlatmaya çalıştık.

Kanımca filmin başlıca problemlerini de özetliyor böylece. Filminin apolojisini daha eleştiri gelmeden, hatta gelecek eleştirilere peşinen bir set hükmünde seriyor.
Kendisi masal konusunda haklı. Gerçeklik konusundaysa fena halde yanılıyor.
Jîn’in başında kırmızı bir şal görüyoruz film boyunca. Hikayeyi Kırmızı Başlıklı Kız masalıyla özdeşleştiriyor Reha Erdem.
Baştaki bombalama sahnesinin ardından çatışmadan dönen gerillaların mağaraya girdiğini belirsiz bir açıdan görüyoruz. Zaten mümkün olduğu kadar sadece Jîn gösterilmeye çalışılıyor. Mağarada bir kadın gerilla Nizamettin Arıç’ın “Dayê Rojek Tê” parçasının slow, giriş kısmını söylüyor. Şarkının giriş mahiyetindeki bu kısmı politik, sosyal hiçbir şey içermiyor. Bir Kürt operası oluşturma çabası içerisinde olagelen Nizamettin Arıç’ın çok güzel bir parçasının girişi olması ötesinde Kürtler açısından özel bir anlamı yok. Parçanın asıl güzel, Kürtlerce beğenilen, akıllarda yer edinen, umudu canlı tutan kısmı, tam da filmde parçayı söyleyen kadın gerillanın bıraktığı yerden sonrası.
Bir çatışma sonrası hiçbir gerilla ortamında böyle bir parça (kısmı) söylenmeyeceğini 5 yaşındaki Kürt çocukları bile biliyor. Reha Erdem’in temel yanılgısı filmin şu an yaşanan gerçekliğe yakın olduğu yönündeki fikri. Belki evrensel mesajlar kısmında haklı olabilir, akat bu evrenselliğe ulaşmaya çalışırken Kürdün hakikati epey es geçiliyor.
Ardından Jîn gerilladan ayrılmaya çalıştığını görüyoruz. Neden olduğunu yönetmen de bilmiyor. Filmin havada kalmasının en temel noktası bu. Bu noktadan sonra çelişkiler alıp başını gidiyor. Jîn askerlerle karşılaşıyor, saklanmak için bir ağaca tımanıyor. Aşağıdaki askerlerden biri Neşet Ertaş’ın Yalan Dünyası’nın gene ilk yarısını söylüyor. Dayê Rojek Tê’nin aksine, bu parçanın ilk yarısı filmde kullanılan anlamıyla son yarısına göre son derece politik. Ve de askeri (gerçekte işgalci gücün piyonu da olsa neferini) aklar, temize çeker, ona hak verir, gerillanın mücadesini küçümser nitelikte.
“Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,
Bende gülemedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada.
Ah yalan dünyada,yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
Sen ağladın canım ben ise yandım
Dünyayı gönlümce olacak sandım
Boş yere aldandım, boş yere kandım
Rengi gözümde solan dünyada
Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada”
Sivil hayata karışmaya çalışan Jîn bir köy evine girip kendine göre kıyafet bulmaya çalışırken hasta bir yaşlı kadınla karşılaşıyor. Kurdistan’da geçtiğini sandığımız hikayede, bir köy evinde, 60lı yaşların üstünde bir kadın, yani değil lehçe yapmayı %90 ihtimalle 10 kelimeden fazla Türkçe bilmeyen bir kadın içanadolu şivesi yapıyor, “verivee” gibi kelimeler kullanıyor. Amacını hala anlamış değilim.
Kılık değiştirip sivil hayata adapte olmaya çalışmasından sonra, çobandan toprak sahibine, otobüs yazıhanesindeki adamdan karakoldaki ajana kadar, karşılaştığı her “Kürt erkek”in Jîn’in kadınlığına saldırdığını görüyoruz. Bunu da gene bir röportajında “Benim baktığı yerden dünya böyle gözüküyor” diye açıklıyor Reha Erdem. Zaten kendisinin Kosmos dışındaki tüm filmlerinde erkekler son derece zavallı. Fakat keşke Feminist okumaların yanında az da olsa örgütün “Jineoloji” üzerine karaladıklarına da göz atsaymış. “Bu figür Kürt olmaktan önce kadın” diyor Reha Erdem. Kadının dünya üzerinde gelmiş ve geçmiş örgütler içerisinde Kürt Hareketi kadar ilerici, kesin bir rol aldığı bir hareket daha yok. Ancak gerillanın işlendiği bir filmde ulusal noktalardan bu kadar kopması da onu gerçeklikten keskin bir şekilde koparıyor.
Çapa sahnesindeki figüranların salladığı çapaların yere bile değmemesi sahneyi Reha Erdem filmlerinin en kötü, en yapmacık sahnesi yapıyor.
Filmde zaman algısı da oldukça problemli. Sonlara doğru askerin elinde cep telefonu olmasından hikayenin 2000li yıllarda geçtiği algısı oluşuyor. Bir yerdeyse, artık neredeyse Kürtlerle ilgili her filmin senaryosunda yazılan ilk madde olan “Beyaz Toros”u görüyoruz. JİTEM’in kurumsal tercihi bu araç, 90lı yılların simgesiydi. Ha bir de, Reha Erdem eksik bilgi almış, öldürülen, işkence edilen kişinin cesedinin saklanması için Station Wagon (arkası camlı) olan değil, Sedan Toros kullanıyordu JİTEM.
Gene Jîn’in yardım ettiği yaralı askerin “Allah’tan sana denk geldim” demesi oldukça problemli bir algıya işaret ediyor. Bu eğer yönetmenin algısı ise zaten durumun vehameti su götürmez. Yok, yönetmen askerin algısı olduğunu düşünüyorsa durum daha vahim. Kurdistan’da askerlik yapan istisnasız herkes bilirki gerillaya esir düşen askerin başına olmsuz hiç birşey gelmez. Tersine, o askerin Kurdistan’da başına gelebilecek en iyi şeydir . O asker böyle bir cümle sarfetmez. O cümlenin bir masumiyeti yok yani.
Reha Erdem filmi “evrenselleştirmek” bir yana, global pazara açmış oluyor bu ince ayrıntılarla.
Masal ayrıntısına geri dönersek; film komple evresel masal Kırmızı Başlıklı Kız üzerinden yürüyor. İnsan kurt, kurt insanın yerini alıyor filmde. İnsan Kırmızı Başlıklı Kız’ı yiyor ama masaldaki gibi onu kurdun karnın çıkaracak kimse yok.
Yalnız gene Reha Erdem’in atladığı birşey var. Masala atıfta bulunmak için Jîn’in başına geçirdiği kırmızı şal, gerilla kamuflaj kurallarına uymuyor. Sevgili Reha bey, gerillanın kıyafetleri rastgele seçilmiş değil; rengiyle, kumaşıyla hep bir amaca yönelik.
Gene Mekap ayakkabı da öyle. Hiçbir gerilla, daha hoş gözüküyor diye, Jîn’in dağa geri dönmek zorunda kaldığında, kamuflajını giydikten sonra sadece ayakkabısını değiştirmediği sahnedeki gibi dağda başka ayakkabı tercih etmez, Reha Erdem’in anlatmak istediği gibi, özentiyi ise asla hissetmez.
Vahşi ayıyla ikinci karşılaşmasında “Rêheval” (yoldaş) demesinden, hayvana ve doğaya yaklaşımından, Jîn’in bazı temel eğitimlerden geçtiğini anlıyoruz. Bu da 2-3 senedir dağlarda olduğunu gösteriyor. Ancak aynı Jîn’in, köy evinde denk geldiği Türkçe bir kitaba özendiğini, okumaya çalıştığını, ancak heceleyerek okuyabildiğini görüyoruz. Bu da ayrı bir çelişki. 2-3 senedir dağda olan bir gerilla standart eğitimden geçtiğinde hem Kürtçe’yi ve hem de Türkçe’yi okuma yazmada oldukça geliştirecektir. PKK’nin üstüne onlarca doktora tezi, binlerce makale yazılmış eğitim sisteminden bihaber olması, bir gerilla filmi çeken biri için büyük bir eksiklik. Sadece okuma değil, o kitaba özenti duyması da ayrı problemli. Gerillacılık yapmış birinin ahvali malum Türk eğitim sistemine öykünmesi gibi absürd bir durum söz konusu.
Jîn’in yalnızca ekolojik eğitimden geçtiği algısı oluşuyor, ki bu aslında yönetmenin filme hazırlanırken sadece bu konuya çalışmasından kaynaklı.
Jîn’in berbat Kürtçe’si ise başlı başına facia. Jîn’i canlandıran Deniz Hasgüler, replikleri ezberlediğini söylüyor bir röportajda. Neresinden tutulsa elde kalıyor film. Çokça eleştirilen Gelecek Uzun Sürer’in nadir iyi yanlarından biri, başroldeki kadın oyuncunun Jîn’in Kürtçe repliklerinden az sayıdaki Hemşince repliği için aylarca Hemşinlerin arasında kalması, eğitim almasıydı. Jîn’de de, konusu gerilla olan bir filmi bir Kürdün yapması gerekliliği bir yana, en azından bir Kürt gerillayı bir Kürt canlandırılmalı, hadi o da olmuyor diyelim, böylesi bir eğitim alınmalı, asgari önem verilmeli, özen gösterilmeliydi.
Jîn’in gerilladan neden kaçtığına ilişkin filmde hiç birşey yok…
Filmin sonunda sürüden ayrılan kuzuyu kurt kapıyor. Jîn’in ölmesinin ardından çok daha iyi anlaşılıyor ki gerçekten de, gerillanın bireysel veya toplu olarak dağdan inmesinin, silah bırakmasının en ufak mantıklı-mantıksız bir nedeni yok. Bu algı Reha Erdem’in istediği birşey miydi, bilinçli yapılmış birşey miydi bilmiyorum. Fakat tam olarak bu anlaşılıyor.
Fabllaştırmak ve baştaki Murray Bookchin vurgusuna geri dönmek adına, son sahnede bombardımanda ölmüş eşeğin (ya da katır) diriltilmesi de göze batan ayrı bir rahatsız edici detay..
Film, gündeme geldiği ve gösterime gireceği tarih açısından, tartışılmaya değer.
Reha Erdem’in Kosmos dışındaki tüm filmlerinde olduğu gibi erkekler bu filmde de zavallı rolünde. Önceki filminin ismi “Hayat Var”, baş karakterin ismi de Hayat’tı. Hayat ve Jîn’in sorunlarının benzeştiği ve ayrıştığı yerler görülmeli, üstüne düşünülmeli.
Yakın zamanda gösterimde olan Life of Pi ile benzerliği ve ayrıştığı noktalar üstüne düşünülmeli. Bireysel yaşam mücadelesi, insanoğlunun Pavlov’un deneyini kendisinin idrak etmesinden farklı olarak, bilimsel ve sosyal miras ışığında insanın yeni bir hayat tahayyülü ortaya koyma çabasının anlamı düşünülmeyi hak ediyor.

Into the Wild’da gene sistemden tekil kaçışta Jîn’le aynı sonu paylaşan karakter hatırlanınca bayrağı başkalarına bırakma, toplu bir mücadele sürdürme gerekliliği kendini dayatıyor.
Grizzly Man’deki gerçek hikayeye nazaran doğayı doğru algılama, doğayla ilişkiyi doğru kurma, fantezi ve romantizmden sıyrılma hakikati kendini gösteriyor.
Yılmaz Güney ile karşılaştırıldığında, bir Kürdün rahatlıkla Türkler, onların yaşamları, sorunları hakkında ve onların dilinde film yapabileceği, veya şarkı yazabileceği (Ahmet Kaya, Müslüm Gürses, Hülya Avşar), şiir, roman yazabileceği (Ahmed Arif, Yaşar Kemal, Murathan Mungan), hatta bu alanlarda Türklerin önüne geçebileceği ortadayken, tersi durumun mümkün olmadığını göstermesi bakımından numunelik bir filmdir.
Ve son olarak, gerilla filmi yapmak isteyenler için, bu işin piri Halil Dağ’ın işine ve dediklerine kulak verme gerekliliğini ortaya sermesi açısından Jîn oldukça önemli bir kötü örnektir. Onun dediği gibi, Kürt ulusuna, gerillaya dokunabilen, onun gerçekliğini yansıtabilen film yapmanın yegane yolu onların içinde, onlarla yapmaktır, kıstas onlardır.
Türk yönetmen (ve/veya tüm sanatçılara) naçizane önerim, eserlerinizde savaşı işlemek istiyorsanız siz de, Türk tarafında oluşturduğu tahribata dokunun, kendinizi irdeleyin.
Bakın sizin dilinizde, sizin Kürtlerle ilgili yapmaya çalıştığınız bir ie dair sayalarca şey dökebiliyoruz bağrımızdan, sizin tek kelime bilmediğiniz dilimizde şöyle bir atasözü var:

Birîndar bi birîna xwe dizane.
-Yaralı yarasını bilir. Ya da sizdeki karşılığıyla: Ateş düştüğü yeri yakar.

19.12.12

Tepenin Ardı'ndan Bir Bakış




Amerikan bağımsız sinemasında Vietnam Sendromu oldukça ilgi çekici bir konu olarak birçok filmde işlendi (Örn: Coen Biraderlerin The Big Lebowski’si).

Türk sinemasındaysa, bunun bir izdüşümü olarak Uğur Yücel’in Yazı Tura’sını gösterebiliriz.

Yönetmenlerin ilk filmleri genellikle en iyi planlanmış, her karesi üzerinde çok düşünülmüş yapımlarıdır. Çünkü sinemaya başlarken bir dertleri vardır. Varoluş ve niteleme yöntemi olarak sinemayı seçmişlerdir. Bir şairin imgelerini şiirlerine özenle yerleştirmesini, bir ressamın renkleri ve çizgileri belli bir düzene göre kullanmasını aratmayacak şekilde ses, ışık, kadraj, kurgu ve senaryoyu muazzam bir planla senelerce tasarlarlar. Sonuçta, ortaya makine gibi tıkıt tıkır işleyen bir eser çıkar.

Emin Alper’in ilk uzun metraj filmi Tepenin Ardı da böyle bir film. Her karakteri, her karesi, her repliği üzerinde uzunca süre düşünülmüş, yontulmuş, biçilmiş, son şekline evrilmiş.

Sinematografik olarak İran sinemasından, özellikle de Abbas Kriostami’den, anlatım olarak da Asgar Ferhadi’den etkilenilmiş.

Jan Dost’un Mîrname’yi yazarken Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı kitabından etkilenmesi ve Halil Cibran tarzı bi metod oluşturması gibi, Emin Alper de İran sinemasının anlatım dilinden etkilenip Asgar Ferhadi’nin Oscar ödüllü filmi Bir Ayrılık’ta kullandığı metodu esas almış.

Filmde 8 ana karakter ve bir de silüet olmaktan ileri gitmeyen “Yörükler" var. Her karakterin gerçek hayatta Türk devleti ve halklarında bir izdüşümü var.

Aliye isimli küçük kız eğitim sisteminin mağduru, diğer tüm karakterlerin ve dolayısıyla tüm toplumsal ve statükosal kesimlerin şefkat maskesiyle köleleştirmeye çalıştığı milyonları,

Meryem yine tüm toplumsal ve statükosal erkek egemenliğin mağduru kadınları,

Faik, tüm toplumsal kesimler üzerinde hüküm süren, onları dilediği gibi yönlendirip kısıtlayan, emirler yağdıran devleti,

Nusret, devletin tüm yönlendirmelerine rağmen istediği hale getiremediği aristokrat ve entelektüel sınıfı,

Mehmet, devletin ufak vaatlerle ve göz boyamalarla istediği herşeyi yaptırdığı, diğer yandan avucundan kaçmaması için kendisine vergilerle borçlandırdığı yoksul kesimi,

Caner, şehirli, kapitalizm ve modernizm ruhuna işlemiş yeni kuşağı,

Sülü, ön safa sürülecek, kirli işler, angaryalar yüklenecek yoksul askerleri,

Zafer ise sürüldüğü savaşta yaşadıkları nedeniyle Kurdistan Sendromu yaşayan militer artıkları temsil ediyor.
Osmanlı’dan beri o topraklarda yaşadıklarını iddia eden Yörükler 1071in binlerce yıl öncesinden beri şimdiki topraklarında yaşayan Kürtleri anlatıyor.

Faik’in “Osmanlı yıkılalı asır oldu, bu arazi benim” repliği Türk Devleti’nin Kurdistan mevzuuna bakışını anlatıyor.
Nusret’in Meryem’e tecavüzü Türk ‘aydın’ sınıfının Türk toplumunun geleneksel değerlerine ve Türk toplumunun kadına olan bakış açısının oldukça yalın bir özeti.

Caner’in köpek Paşa’yı öldürmesi, modernizm ve kapitalizmin doğayı katlinin bir resmi. Yine Faik’in Caner’e atış talimi yaptırması, Zafer’in Caner’le kurbağayı taşla vurması için iddiaya girmesi, Mehmet’in Caner’e Nusret ve Faik’ten gizli rakı içirmesi, Türk toplumundaki “erkeklik” algısını ve militarizmin boyutlarını ortaya koyuyor.

Mehmet’in, kavaklara Faik uyarıp, kendisinin ölümünden sonra ona vaat edinceye kadar orakla zarar vermesi, işçi ve yoksul sınıfın mevcut düzeni alaşağı etmeye yönelik illegal mücadele sırasında devletin kandırmacasıyla düştükleri kafa karışıklığını ve mücadelelerinin eleştirisini yapmak bir kenara, aslında zenginleri koruyan en büyük gücün yoksulların onların yerini alma ihtirası olduğunu imgeliyor.

Sülü’nün Nusret’i vurması değerleri yozlaştıran aristokrasiden alınan öçü,

Nusret’in ateş başında elinde rakı Ahmet Haşim’in kendisine en ağır eleştirileri getiren “Bir Günün Sonunda Arzu” şiirinin son 2 mısrasını (Akşam, yine akşam, yine akşam / Göllerde bu dem bir kamış olsam) okuduktan sonra Faik (devlet) tarafından ‘sefa pezevengi’ olarak adlandırılması hem entelijansiyanın içinde bulunduğu durumu hem de devletin ona bakışını gösteriyor.

Olayların faillerinin birbirine yaptıklarını açıkça söyle(ye)memesi sonucu ortaya çıkan belirsizlik toplumsal güvensizliği ve çarpıklığı anlatırken, hayali ve intikam alınması gereken, ancak hiç görülmemiş, tanınmayan bir düşman olarak ortaya atılan Yörükler (ki Kürt meselesine denk düşüyor), akla Benedict Anderson’un “Muhayyel Cemaatler"ini getiriyor.

Kendi içindeki probleri çözmek için soluğu Yörükler’in sürülerine saldıran “aile”, sonunda gerçek bir problem sahibi oluyor. Yörükler “direniş”e geçiyor.

Misilleme”de, filmi katharsis’e taşıyan Kurdsitan Sendrom’lu Zafer’in askerliği sırasında nehri sürü arasında keçi derisi kamuflajıyla geçerken vurulan arkadaşlarıyla aynı sonu paylaştığını görüyoruz.

Ve son sahnede, tepeden tırmağa silahlanmış “erkekler”, en arkada topallayan aydınları simgeleyen Nusret’le tepeye, Yörükler’den sonu gelmeyecek “öç”ü almaya giderken görülüyorlar.

Picasso’nun Nazi subayı’na dediği gibi, bu saçmalığı Emin Alper değil, filmdeki karakterlerin simgelediği, tüm kesimleriyle Türk toplumu ve Türk devleti yaptı.

Kendi toplumuna beyaz perdede şimdiye kadarki en iyi eleştirilerden birini getiren Emin Alper’in derdini belki şu Ahmet Haşim mısrası anlatır: Melali anlamayan nesle aşina değiliz.

20.1.12

Türkün Ağrısı



Abbas Kriostami'nin "Kiraz Ağacı" filminde bir hikaye anlatılır. Hikayeye göre, bir Türk amansız bir hastalığa yakalandığı şikayetiyle doktora gider. Dedini anlatır:

"Nereme dokunsam feci şekilde ağrıyor doktor, kafam, göğsüm, kolum, bacağım.. Artık dayanamıyorum bu ağrıya."

Doktor hastasına bakar, "Senin birşeyin yok" der.

Hasta şaşırır: "Nasıl olur doktor, daha muayene bile etmedin, Her yerim ağrıdan kırılıyor diyorum"

Doktor yanıtlar: "Hiç öyle abartılacak birşeyin yok. Vücudun değil, kırık parmağın ağrıyor"

###

1915'ten ve dahi öncesinden bu yana, Türk vücudunun (TC topraklarının) neresine dokunursa dokunsun ağrıyor: Ermeni soykırımı, Çerkes ve Kürt katliamları, 6-7 Eylül, Sivas, Maraş, Gazi, 33 kurşun, Zîlan, Agirî, Newalaqesaba, Roboskî katliamları.. Her santimetrekaresine katliam düşüyor Türk'ün "vücud"unun.

Ancak sorun "vücud"unda değil, üstün ırk gururunda. Ermeniyi, Rumu, Çerkesi, Yahudiyi, Kürdü, Aleviyi, Zerdüştü lügatında ve günlük yaşamda yalnızca ya küfretmek için ya da direkt küfür olarak kullanan zihniyette değil de bu"vücud"un her yeri mi hasta?

Hrant Dink de Türk'ün ağrıyan parmağının değdiği "vücud"unun bir kısmıydı.

Az olanı akvaryumda balık sever gibi seven Türk'ün gururundan nasibini alan kof sloganlar bir yana, aslolan Arat Dink'in öfkesi.

"Yüz yıl önce avdık, şimdi yem olmuşuz"