19.12.12

Tepenin Ardı'ndan Bir Bakış




Amerikan bağımsız sinemasında Vietnam Sendromu oldukça ilgi çekici bir konu olarak birçok filmde işlendi (Örn: Coen Biraderlerin The Big Lebowski’si).

Türk sinemasındaysa, bunun bir izdüşümü olarak Uğur Yücel’in Yazı Tura’sını gösterebiliriz.

Yönetmenlerin ilk filmleri genellikle en iyi planlanmış, her karesi üzerinde çok düşünülmüş yapımlarıdır. Çünkü sinemaya başlarken bir dertleri vardır. Varoluş ve niteleme yöntemi olarak sinemayı seçmişlerdir. Bir şairin imgelerini şiirlerine özenle yerleştirmesini, bir ressamın renkleri ve çizgileri belli bir düzene göre kullanmasını aratmayacak şekilde ses, ışık, kadraj, kurgu ve senaryoyu muazzam bir planla senelerce tasarlarlar. Sonuçta, ortaya makine gibi tıkıt tıkır işleyen bir eser çıkar.

Emin Alper’in ilk uzun metraj filmi Tepenin Ardı da böyle bir film. Her karakteri, her karesi, her repliği üzerinde uzunca süre düşünülmüş, yontulmuş, biçilmiş, son şekline evrilmiş.

Sinematografik olarak İran sinemasından, özellikle de Abbas Kriostami’den, anlatım olarak da Asgar Ferhadi’den etkilenilmiş.

Jan Dost’un Mîrname’yi yazarken Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı kitabından etkilenmesi ve Halil Cibran tarzı bi metod oluşturması gibi, Emin Alper de İran sinemasının anlatım dilinden etkilenip Asgar Ferhadi’nin Oscar ödüllü filmi Bir Ayrılık’ta kullandığı metodu esas almış.

Filmde 8 ana karakter ve bir de silüet olmaktan ileri gitmeyen “Yörükler" var. Her karakterin gerçek hayatta Türk devleti ve halklarında bir izdüşümü var.

Aliye isimli küçük kız eğitim sisteminin mağduru, diğer tüm karakterlerin ve dolayısıyla tüm toplumsal ve statükosal kesimlerin şefkat maskesiyle köleleştirmeye çalıştığı milyonları,

Meryem yine tüm toplumsal ve statükosal erkek egemenliğin mağduru kadınları,

Faik, tüm toplumsal kesimler üzerinde hüküm süren, onları dilediği gibi yönlendirip kısıtlayan, emirler yağdıran devleti,

Nusret, devletin tüm yönlendirmelerine rağmen istediği hale getiremediği aristokrat ve entelektüel sınıfı,

Mehmet, devletin ufak vaatlerle ve göz boyamalarla istediği herşeyi yaptırdığı, diğer yandan avucundan kaçmaması için kendisine vergilerle borçlandırdığı yoksul kesimi,

Caner, şehirli, kapitalizm ve modernizm ruhuna işlemiş yeni kuşağı,

Sülü, ön safa sürülecek, kirli işler, angaryalar yüklenecek yoksul askerleri,

Zafer ise sürüldüğü savaşta yaşadıkları nedeniyle Kurdistan Sendromu yaşayan militer artıkları temsil ediyor.
Osmanlı’dan beri o topraklarda yaşadıklarını iddia eden Yörükler 1071in binlerce yıl öncesinden beri şimdiki topraklarında yaşayan Kürtleri anlatıyor.

Faik’in “Osmanlı yıkılalı asır oldu, bu arazi benim” repliği Türk Devleti’nin Kurdistan mevzuuna bakışını anlatıyor.
Nusret’in Meryem’e tecavüzü Türk ‘aydın’ sınıfının Türk toplumunun geleneksel değerlerine ve Türk toplumunun kadına olan bakış açısının oldukça yalın bir özeti.

Caner’in köpek Paşa’yı öldürmesi, modernizm ve kapitalizmin doğayı katlinin bir resmi. Yine Faik’in Caner’e atış talimi yaptırması, Zafer’in Caner’le kurbağayı taşla vurması için iddiaya girmesi, Mehmet’in Caner’e Nusret ve Faik’ten gizli rakı içirmesi, Türk toplumundaki “erkeklik” algısını ve militarizmin boyutlarını ortaya koyuyor.

Mehmet’in, kavaklara Faik uyarıp, kendisinin ölümünden sonra ona vaat edinceye kadar orakla zarar vermesi, işçi ve yoksul sınıfın mevcut düzeni alaşağı etmeye yönelik illegal mücadele sırasında devletin kandırmacasıyla düştükleri kafa karışıklığını ve mücadelelerinin eleştirisini yapmak bir kenara, aslında zenginleri koruyan en büyük gücün yoksulların onların yerini alma ihtirası olduğunu imgeliyor.

Sülü’nün Nusret’i vurması değerleri yozlaştıran aristokrasiden alınan öçü,

Nusret’in ateş başında elinde rakı Ahmet Haşim’in kendisine en ağır eleştirileri getiren “Bir Günün Sonunda Arzu” şiirinin son 2 mısrasını (Akşam, yine akşam, yine akşam / Göllerde bu dem bir kamış olsam) okuduktan sonra Faik (devlet) tarafından ‘sefa pezevengi’ olarak adlandırılması hem entelijansiyanın içinde bulunduğu durumu hem de devletin ona bakışını gösteriyor.

Olayların faillerinin birbirine yaptıklarını açıkça söyle(ye)memesi sonucu ortaya çıkan belirsizlik toplumsal güvensizliği ve çarpıklığı anlatırken, hayali ve intikam alınması gereken, ancak hiç görülmemiş, tanınmayan bir düşman olarak ortaya atılan Yörükler (ki Kürt meselesine denk düşüyor), akla Benedict Anderson’un “Muhayyel Cemaatler"ini getiriyor.

Kendi içindeki probleri çözmek için soluğu Yörükler’in sürülerine saldıran “aile”, sonunda gerçek bir problem sahibi oluyor. Yörükler “direniş”e geçiyor.

Misilleme”de, filmi katharsis’e taşıyan Kurdsitan Sendrom’lu Zafer’in askerliği sırasında nehri sürü arasında keçi derisi kamuflajıyla geçerken vurulan arkadaşlarıyla aynı sonu paylaştığını görüyoruz.

Ve son sahnede, tepeden tırmağa silahlanmış “erkekler”, en arkada topallayan aydınları simgeleyen Nusret’le tepeye, Yörükler’den sonu gelmeyecek “öç”ü almaya giderken görülüyorlar.

Picasso’nun Nazi subayı’na dediği gibi, bu saçmalığı Emin Alper değil, filmdeki karakterlerin simgelediği, tüm kesimleriyle Türk toplumu ve Türk devleti yaptı.

Kendi toplumuna beyaz perdede şimdiye kadarki en iyi eleştirilerden birini getiren Emin Alper’in derdini belki şu Ahmet Haşim mısrası anlatır: Melali anlamayan nesle aşina değiliz.

4 comments:

  1. Bu ân'a kadar okuduğum en sarsıcı, en vurucu ve en cesur analiz bu oldu. Çok isabetli çıkarımlar, çok radikal bir okuma ve çok güzel tespitlerle dolu bir yazı. Hele ki "kürdistan sendromu" gibi çıplak bir gerçekliği kavrama dönüştürmek çok iyi olmuş . Adı var artık bu çilenin:kürdistan sendromu. Çok teşekkürler, selam ile

    ReplyDelete
  2. Bu yazıyı Emin Alper okusa, 'yok bu kadar da abartma' derdi

    ReplyDelete
  3. nusret devletin yontamadığı entellektüel kesmi değil de sürekli bir çözüm önerisi sunmasına rağmen aktif olarak olaya müdahele edemeyen , lafta çok icraatta yok "sefa pezevengi" (filmde de böyle geçiyor) ni temsil ediyor olmasın.

    ReplyDelete
  4. Biraz fazla benimsemişsiniz. Bu kafayla tüm filmler kendi ideolojinize bağlanabilir.

    ReplyDelete